ne olduğunu anlatamam ama gösterebilirim.
bundan on yıl önce, bir kadının hiç bir şey yaşanmamış gibi terkettiği ve bir şehrin acımadan boğduğu, hayallerle, umutlarla dolu, genç ve üretken bir yazardım. o zamanlar yaşamın büyük bir kumar olduğunun farkında bile değildim. elimdeki bütün yaşama sevincini bir kadının gülüşüne teslim ettim. sadece bu da değil umutlarımı ve inancımı, en sağlam halatları en sıkı şekilde bağladım kopmamak için bütün varlığımı ona yatırdım. ardından kader çarkını bütün inancımla çevirdim, öyle bir döndü ki dünya sarhoş gibiydim, her şey muhteşemdi, çark yavaşlamaya başlayınca midem bulanıyor, başım dönüyordu. sonunda çark durdu ve top yuvarlanıp başka bir deliğe düştü.
aşk ve kumar aynı şeydi bahse giren her zaman kaybeder.
ne yatırdıysam onu kaybettim, umutlarım, inancım, yaşama sevincim… kışın ortasında yalın ayaktım, evsiz, işsiz ve çaresiz. koca bir şehrin kolayca yutabileceği cinsten, tam ağzına layıktım. zihnim avuçlarımda olsa bıçakla deşip sökmeye çalışacak kadar unutmak istiyordum her şeyi, içtim, ağladım, süründüm. sonunda, elinde dilenerek aldığı, dibinde hayatın sonu görülmüş bomboş bir şarap şişesi, ciğerleri solmuş, yüzü saçlarının ve sakallarının arasında kaybolmuş, kimliği belirsiz, ancak kolayca farkedilebilecek kadar şanslı bir cesettim.
öldüm, ve artık yazmaktan başka yapacak hiç bir şey yoktu. kendi ölümümü yazdım ve oynadım. hala nefes alıyordum ve yeniden yaşama sarılabilirdim. yaşarken bir çok defa ölür insan benim gibi aptal biri buna alışıktır. bu defa yeniden yaşama sarılmak içimden gelmiyordu. çok büyük yanılmıştım ve hakettiğim cehennemi yaşamak için içimdeki bütün ormanları ateşe verip büyük bir yangın çıkardım. en büyük günahı işlemiştim, her şeyi bir gülüşe sığdıracak kadar basit görmüştüm. bundan daha ahmakça bir hata olabilir mi hayatta.
şehir beni çok iyi tanıyordu, geçtiğim her sokakta bileğimden kanayan sıkıntılar ve zihnimden dökülen bunalımlar onun en sevdiği renklerdi. birbirimizi yiyerek çoğaldığımız ve üzerine hırslarımızı kusarak inşaa ettiğimiz bu şehir, sokaklarına düşmüş herkesi büyük bir keyifle izlerdi.
ruhum alevler içerisinde kül olup eriyor fakat bunu şehirden ve benden başka kimse bilmiyorken acı içinde kıvranan bir sır gibi yaşamaya ne kadar dayanabilirdim? yandıkça yazmaya ve yazdıkça yeniden tutuşmaya başladım. sonu acımasız bir şekilde ölümümle biten binlerce hikaye ile kendime işkence ediyor şehri tatmin etmekten başka bir işe yaramıyordum. bir gece öldüğüm o meşhur sokağa gidip cesedimi inceledim. hala sıcaktım, ceketimi çıkarıp üzerimi örttüm. acınacak haldeydim, ceplerimi yoklayıp bir sigara çıkardım, yakıp cesedimin dudakları arasına yerleştirdim. o gece bir şiir yazmak isteyecek kadar demlenmiştim. aklımın boş bir odasına geçip kulağıma ezgiyi fısıldaması için karanlığı çağırdım. kalemi elime aldığımda bütün yangınlar sönmüş fakat her yer duman içindeydi. karanlık kalemi tuttuğum eli sıktı ve ruhumdan iki satırlık bir şiir sızacak kadar kederle doldum …
ölülerin şiirleri gibidir yaşam,
yazılmış olması için ölmek gerekir en baştan.
Yorumlar